Günümüz oyun merkezli eğlence dünyasında teknik geliştikçe önce ilk dönem bilgisayarlar ve tabii klavyeli Commodore 64; ardından atariler ve ilk dönem oyun konsolları; derken, modern son teknoloji ve ekran kartlarıyla gelişkin görüntülü bilgisayarlar ve pek tabii 2000’li yılların ilk çeyreği ile kendini gösteren modern oyun konsolları hayatımıza renk kattı.
Teknoloji ilerledikçe oyunların niteliği de inanılmaz boyutlara ulaştı ve bir yandan milyarlarda dolarlık bir sektör oluşurken diğer yandan toplum psikolojisi ve alışkanlıkları baştan aşağı değişime uğradı. Saatlerce ekran önünden kendimizi alamadığımız hikayeli oyunların oluşturduğu sosyolojik etkiyi bir önceki yazımda anlatmaya çalışmıştım. İşte o etkilerden belki de en büyüklerden biri “öğrenme”… Bugünkü yazının konusu da bu olacak.
Öğrenme, öğretim ve okul kavramları, binlerce yıl öncesinden bu yana insanlık tarihinin en önemli konusunu oluşturuyor. Doğayı keşfedip hayatta kalma (survive) serüveninde yol aldıkça yeni deneyimlerle buluşan insanlığın, biriken bilgileri ve bilgeliği bir sonraki nesle aktarmak için kullandığı “öğretim” geleneği de yıllara değin gelişimini sürdürmüştür ve dinamik bir organizma gibi attığımız her adımda sürdürmeye devam etmektedir.
Ancak insanlık, öğretim ve öğrenim süreçlerinde şunu gördü ki temsili olmayan ve sadece söze (anlatıma) dayalı bir belletim modeli, insanda kalıcı etki bırakmıyor. Yani, tecrübe etmeyen veya anlatılanı birebir yaşamayan insan, öğrendiği şey ne ise aklında tutamıyor ve hayatına yansıtamıyor. Bundan dolayı, öğreticiler (öğretmenler), farklı teknikleri denemeye başladılar ve anlattıklarını farklı “yollarla” öğrencilerine aktarmayı keşfettiler… İşte bu keşfin adı: “oyun” oldu… Hani, 21. yy tabiriyle “oyunlaştırma”…
İşte tam da bu yazının konusu, oyunlaştırmanın sadece bugün değil; binlerce yıllık bir geleneğin devamının olduğunu belirtmek ve geçmişten geleceğe minik bir yolculuk yaparak günümüzdeki oyunlaştırmanın önemini daha iyi kavramak…
Malumunuz üzere, z kuşağı diye tabir edilen kitleyi fırsat buldukça sözleri ve alaycı ifadeleriyle dövmeye çalışan X, Y ve hatta ondan daha önce olan nesiller, “hayat üniversitesi” adını verdikleri yaşam mücadelesine sokakta mahalle arkadaşlarıyla “oyun oynayarak” başladıklarını ifade ederler. Hatta, bununla ilgili güzel bir karikatür vardır. 90’lı yıllarda çocuğunu eve getirmek için uğraşan anne ile 2000’li yıllarda çocuğunu bilgisayar başından alıp sokağa çıkarmaya çalışan anne… Belki anımsamışsınızdır. İşte böyle keskin bir farkın olması, bu jenerasyonlar arasındaki derin bakış açısı farklılıklarının da adeta özeti niteliğinde… Sokaktaki oyunla birbirine dokunan bir “sosyal” anlayıştan, belki de birbirini hiç görmeyip sadece web kamera üzerinden odada yalnız ama kalabalık bir “sosyal” anlayışa… Bu farklılık, eğitim ve öğretim anlayışına da yansımış ve bugünün oyunlaştırma tekniklerinin gelişim haritasını belirlemiştir.
Bu noktada, özellikle Z kuşağına mensup arkadaşlarımın dikkatle okumasını rica ediyorum. Çünkü bu kuşak, sosyal bir varlık olma gerçeğinden hiçbir zaman kaçamamış insanlığın mirasçıları olarak salt bilgisayar başında ve yalnız odada yaşanan sosyalliğin devrimsel dönüşümünde adeta laboratuvar denekleri haline geliverdiler. Babaları, anneleri ve onların anne ve babaları, hayatı sokaktaki oyunlarla öğrenirken onlar kendilerini bir anda, teknolojik çılgınlığın ortasında buluverdiler. Geçmişten bir miras alamayıp yolun kendisinde hem öğrenci olup hem kendinden öncekileri de bir anlamda eğittiler. Yani çok da kızmamak lazım.
Bu geçiş paragrafını bilerek dahil ettim. Çünkü, “oyunlaştırma” teknikleri de ister istemez bu devrimsel dönüşüme eşlik etti ve “kutu kutu pense” ile veya “kör ebe” eşliğinde oyunlarla sosyalleşen ve “halat çekme”, “ağızda kaşıkla yumurta taşıma”, “çuvalla koşturma” gibi oyunların insan azmine, iş birliğine ve takım çalışmasına olan etkisiyle “öğrenen” insandan, e-spor ile birbirleriyle bilgisayar başında yarışan, ekran başındaki “quizlerle” heyecanlanan ve cep telefonu uygulamalarıyla oyun oynayan insana geçişi anlamazsak günümüz oyunlarının ve yaşantımıza olan etkisinin boyutlarını anlamlandıramayız. Ondan sonra da dipsiz bir kuyu haline gelen “kuşak çatışmalarının” içinden kendimizi bir türlü alamayız.
Oyunun “gücü”, insan beyninde oluşturduğu “kalıcı” öğrenme etkisindendir. 1994’te Anadolu Lisesi sınavlarını kazanıp daha ilkokul seviyesinde çok yoğun bir ingilizce öğretimine başladığımız zamanlar, o dönem çok daha yetkin öğretmenlerin eşliğinde oyun oynarak öğrenme bölümlerini tam 30 yıl sonra hatırlarım. Hatta sevgili Canan hocamızın “catch” (yakala) fiilini öğretirken bizi bahçeye çıkartıp birbirimize top attırarak oynattığı oyundaki hazzı unutmam mümkün değil. Matematikte, Fizikte, Kimyada, İngilizcede ve hemen her branşta oyunun öğretici gücü muazzamdır ve çok küçük yaşlardan itibaren hayatın olmazsa olmazıdır.
Bugün kurumsal şirketlerde İnsan Kaynakları departmanlarının harıl harıl araştırdıkları etkin eğitimlerin birçoğu bugün “oyunlaştırma” odaklı olmak zorunda ve salt powerpoint slaytları eşliğinde anlatılan eğitimlerin birçoğu da artık ya tercih edilmiyor ya ucuz eğitim kategorisinde yer alarak sadece iş görülmüş oluyor. Özellikle kurumsal ve ünlü şirketler, departmanları aralarındaki bağı kuvvetlendirmek için futbol, basketbol, voleybol ve hatta bowling gibi spor branşlarından takımlar kurarak etkinlikler düzenliyorlar. Otelde konaklamalı eğitimler planlayarak çok eski zamanlardan kalma çocuk oyunlarını modernize ederek yetişkinlere uyarlıyor ve buradan bir “öğrenim” süreci oluşturuyorlar.
Ancak şunu tekrar görüyoruz ki teknik ne kadar gelişse veya teknolojik oyunlar ne denli büyülü hale gelse de insan sosyal bir varlık gerçeğinden, yaşı kaç olursa olsun kaçamıyor ve hiçbir “sanallaştırma”, insanın birbirine dokunmasının ve bir araya gelerek oluşturdukları o manevi etkinin gücünü ortaya koyamıyor. Öyle ki bugün “e-spor” takımları oluştursak da turnuvalar yine büyük spor salonlarında yapılıyor ve insanlar yine “bir araya” gelmekten kendini alıkoyamıyor…
Oyun oynamak çok güzel… Ama insanla… Kendimiz gibilerle… Bizle…
Bu yazı Oyun Günlüğü Dergisi’nin 21. sayısında yayımlandı.
Yayımlanan yazı/görüşler yazara aittir ve Oyun Günlüğü’nün resmi görüşünü yansıtmaz.
Comments