Bu mecrada yazmaya niyetlendikten sonra, 90’lı yıllardaki oyun yayıncılığı maceralarına, bilgisayar dergiciliğine ve yeni teknolojilerin hayatımıza önce usul usul, sonra akın akın girmeye başladığı o günlere döndüm. Dergilerin son sayfalarındaki donanım fiyat listelerine bakarak topladığım bilgisayarlara, babamın Türkiye’nin ilk bilişimcilerinden olmasına rağmen ekonomik krizlerden ötürü bilgisayarsız geçirdiğim yıllara ve arkadaşlarımın bilgisayarlarında emaneten oynadığım o birbirinden güzel oyunlara daldım gittim…
Bizden önceki jenerasyonun oyun üzerine tarihsel konuşabileceği çok fazla konu yoktu. Commodore 64, Amiga ve biraz da 80’lerin başındaki o ilkel dos oyunları… Ancak 80’lerin sonu 90’ların başında çocuk olanlar için oyun nostaljisi adına konuşulabilecek öyle konular var ki ne satırlar yetecektir ne saatler… Bir gün video veya podcast içerikleri oluşturmaya niyetlenirsek sözümüz olsun. Ama şimdilik bu kadar “abi” havası yeter.
Bu güzel ortamda, oyun ile ilgili başka bir bakış açısıyla katkıda bulunmak istiyorum açıkçası… Bunların başında da “oyunlaştırma” ve “oyunların sosyolojik yansımaları” üzerineydi. Çünkü, oyun incelemelerine çok büyük bir saygı duymakla beraber oynadığımız birbirinden kıymetli oyunların senaryolarının yazımı da tümüyle “estetik kaygı ve özenle” yazılmıyor. İçlerinde çok büyük propaganda araç ve imgeleri barındıran, bir milliyeti veya ülkeyi alenen kötü (“dark side”) olarak konumlandıran, oyun oynanış şekliyle “bireyselliği” (FPS) veya toplu hareket etmeyi (Real-Time Strategy) amaçlayan ama “tek kişinin yönettiği” oyunların insan zihnini ne denli tekilleştirdiğini de görmemiz gerek.
Ancak, bu oyunlar ne kadar en başta “single player” modunda yazılsalar da insanın “sosyal bir varlık” olmasından hareketle zamanla oyunlara “multi player” seçeneğinin gelmesi de tesadüfi değildir. 1996’ta Quake 1 oynarken yaşadığımız hazzı hayal edemezsiniz. Ancak bir zaman sonra sadece sanal oyun canavarlarını öldürmek yerine gerçek insanların yönettiği rakip imgesini öldürmek daha “realtime” (gerçekçi) geldiğinden sadece ve sadece iki bilgisayarı Windows 95’te birbirine bağlayabilmek için Bursa sokaklarında saatlerce 25 pinli LPT kablosu aramış ve bulduktan sonra Windows 95’in “Doğrudan Kablo Bağlantısı” özelliğiyle multi-player Quake-1 oynayarak birbirimize ateş edebilmenin keyfini yaşamıştık.
İşte buradan hareketle Simon Kuper’in o ölümsüz eseri “Futbol asla sadece futbol değildir” kitabında dediğinin hemen hemen aynısını diyebiliriz ki:
“Oyun asla ama asla sadece oyun oynamak değildir.”
İnsanın içindeki vahşet duygusunun ne denli güçlü olmasından yola çıkılan sayısız senaryolaştırılmış oyunlar milyonlar satıyor ve üreticilerini dolar milyarderi haline getirmeye devam ediyor. Yine insanlığın içindeki o dinmek bilmez “rekabet” olgusu sebebiyle başta futbol olmak üzere diğer tüm spor aktivitelerinin oyunları sayısız satmanın ötesinde artık küresel çapta takımlar kurularak “e-spor” çatısı altında kendilerine resmi bir alan bile yaratmış durumdalar. Çocukluğumdaki Counter-Strike “klanlarının” bir anda dünya çapında bir “e-spor” takımları haline gelmesini o günlerde kim düşünebilirdi ki?
İşte başlığımda da anlatmaya çalıştığım aslında tam olarak budur. Oyun; milliyet, ırk, cinsiyet, renk ve herhangi bir farklılık kabul etmeden insanları “bir araya” getirip bambaşka bir dünyanın içine hepimizi sokabilecek kadar kudretli ve büyüleyici bir dünyadır.
FPS ve RPG oyunlarının zirve yaptığı o 90’ların sonu 2000’lerin ilk çeyreği yıllarda Twitch, YouTube veya diğer tüm canlı yayın platformlarının olduğunu düşünsenize? O dönem ülkemizde öyle “CS Klanları” ve “Ultime Online” oyuncuları vardı ki o ilkel zamanlarda bile müthiş oyunlar sergilenirdi ve takım oyunları kurulurdu. Saatlerce kağıt üzerinde; dust, italy, assault, dust-2 ve sayısız yeni keşfettğimiz haritaların stratejilerini çalıştığımızı bilirim. Zamanın offline twitch mekanları olan internet kafelerinde yaşanan o unutulmaz diyalogları da yine bir gün konuşuruz elbet…
Tabii bütün bunları anlatırken efsane “atari salonlarını” da sakın atlamayalım. Jeton kelimesinin yerini “token”a bırakmadığı o mitolojik 90’lı yılların en mistik ve dumanlı mekanların başında gelirdi atari salonları. Oyunun o “birleştirici” gücüyle bir araya gelen çocukların ve gençlerin sıkış tepiş alanlarda oynadıkları oyunlarda yine “rekabet, vahşet ve kazanma” üzerine senaryolar en çok oynanan oyunlardır. Hatta “Street Fighter” oyunun ismi bile o kadar doğru konmuştur ki daha belki 1 saat önce sokakta kavga eden çocuklar, joystick kollarının başında aduuket çekmeye çalışırlardı. Ya da iki taşı kale direği yapıp ezdiği kola kutusundan yaptığı topla gol atan veletler, meşhur “Super Sidekick Soccer” oynamaye gelir ve futbolcunun üzerinde yazan “chance” yazısını yanlış okuyup “change” görür ve yanar yanmaz “çeynce gir çeyncee” diye bağırırlardı.
Takvim yaprakları birer birer kopup yılların ismi değişse ve yepyeni teknolojilerle artık oyun oynamak başka bir evren haline gelse de değişmeyen şeyler insanın kadim tarihinden miras gelen duyguları, hisleri ve refleksleridir. İşte insan kendini keşfetmeye ve tarihinden günümüze kadar gelen macerasını anlamaya devam ettikçe hayatın oyunları hiçbir zaman bitmeyecek ve biz oyunlar vesilesiyle bir araya gelmeye devam edeceğiz.
Tıpkı, farklı köylerin birbirleriyle yarışmak için icat ettikleri çuvalla yürümeye çalışma, peyniri yokuş aşağı atarak arkalarından yuvarlanma, ağızda kaşıkla yumurtayı kırmadan hedefe ulaştırma, farklı kıyafetler giyerek folklorik dans etme, eline saz alıp anlık sözler uydurup en iyi sataşmayı gerçekleştirme ve tabii Olimpos Dağı’nın eteğinde bir araya gelerek bugün olimpiyat oyunlarında izlediğimiz o tüm kategorileri (çekiç atma, uzun atlama, maraton, ağırlık kaldırma ve daha niceleri.) en basit ve ilkel halleriyle icra etmeleri gibi…
Oyun… Bitmek bilmeyen bir yaşam döngüsü… İki farklının, aynı ortamda buluştuğu sonsuz evren… Yenilerinde görüşmek üzere…
Bu yazı Oyun Günlüğü Dergisi’nin 18. sayısında yayımlandı.
Yayımlanan yazı/görüşler yazara aittir ve Oyun Günlüğü’nün resmi görüşünü yansıtmaz.
Comments